Bunca yılın ‘sol’ açık oyuncusu İsa Çelik’le bir Ölmeme Günü muhabbeti
Fotoğraf sanatçısı, grafiker, illüstratör, hikâyeci İsa Çelik ile buluştuk. 70’li yılların edebiyat dünyasından Ölmeme Günü’nün en gerçek hikâyesine, Tomris Uyar’dan Oğuz Atay’a, Orhan Pamuk’tan Melik Cevdet Anday’a pek çok isimle ilgili ilginç anıya… Konuştuk…
NİLAY ÖRNEK
Beyoğlu’nda, İstiklal’den Galata Kulesi’ne inerken en belirgin binalardan biri… Birkaç kat çıkıyoruz. Eski nesil dev kapılar… Kapıda şahane el yazısıyla bazı notlar; kimi zili çalana yazılmış -biraz beklenmesini rica ediyor- kimiyse posta getirenlere… Yüksek tavanlı, çok odalı, bol kitaplı, resim, heykel ve fotoğraflarla çevrili, eski nesil kapı kilitlerinden tarihi fotoğraf makinelerine obje zengini, saksılarca bitki dolu bir ev…
Arada afişler, gazete kupürleri, telefon numaraları, kendisine -ya da belki ziyaretçilerine- salık verdiği bir takım yazılı nasihatler, özlü sözler… İlaç kutusu var mesela, üzerinde “Birçok şeyi yarım bileceğinize, bir tek şeyi tam bilin” yazıyor, telefonu ve kan grubu ile birlikte.
Caz müzik değişmez arka fon. Ara ara martı sesleri eşlik ediyor. Özenli, çok güler yüzlü, candan ve bol muhabbetli, paylaşımcı bir ev sahipliği…
İşte grafiker, illüstratör ve hikâyeci ve tabii ki fotoğraf sanatçısı İsa Çelik’in aydınlık evi…
İYİ Kİ DOĞDUN İSA ÇELİK…
Bilmiyoruz ki, Aylin ile benim onu ziyaret ettiğimiz gün, 60’ıncı sanat yılını kutlamış olan bu usta ismin 75’inci de yaşgünü aynı zamanda…
Özgeçmişi “1944 yılında Mersin’in Gülnar ilçesinde doğdu” diye başlar da, gün yazmaz; 19 Mart imiş meğer!
Biz muhabbet ederken, “Şahane ışın kılıçları tasarlıyor” dediği oğlu Baran arıyor da, biz de öyle haberdar oluyoruz. Elimizde bir pasta yok, mum yok…
Ama İsa Çelik, 4 saatlik muhabbetimiz boyunca geçmişe doğru pek çok ışık yakıyor, bazı mevzuları aydınlatıyor…
İşte bu yazı, onlardan birer ‘kuple’, 26 Mart öncesi bir Ölmeme Günü tazelenmesi, İsa Çelik ve onunla yürümüş pek çok edebi karaktere dair bazı notlar… Hadi başlayalım.
EN GERÇEK, ‘ÖZ’, DOĞRU ÖLMEME GÜNÜ ANLATISI
Bizim tanışmamız 2013 Mart’ı.
Ben Akşam Haftasonu Ekleri’nin Yayın Yönetmeniyim, pazarları da köşe yazıyorum. 17 Mart’taki köşem tam sayfa “26 Mart ‘Ölmeme Günü’ne davetlisiniz” başlığıyla çıkmış (Buradan bakabilirsiniz ama hikâyenin en doğru hali aşağıda.)
Şimdi bir ‘gugıllama’ ile onlarca ‘Ölmeme Günü’ yazısı bulursunuz; ama o tarihte hiç yok. grizine.com‘daki arkadaşlarım anlatmışlar bana da, ben de Haluk’tan (Kuruoğlu), Papatya’dan (Tıraşın) biliyorum mevzuyu… Ama işte Aylin Kement, o Ölmeme Günleri’ne tanıklık etmiş İsa Çelik’i bulmuş, Safa Meyhanesi’nde buluşturuyor bizi.
Birlikte kutluyoruz Ölmeme Günü’nü. İsa Çelik o gece de, bugünkü gibi. Sanki o muhteşem hafızası yetmiyormuş gibi bir de hazırlıklı. Fotoğraflar getirmiş, ayrı kâğıtlara da ‘Kim kimdir?’ çizimleri yapmış. Bütün gece bize anlatıyor.
Bugün internette ‘kopyala yapıştır’ işi pek yaygın olduğundan, eski ‘hatalı’ halleri yayılmış olsa da, biz o gece ilk yazılarımızdaki hataları da öğreniyoruz birinci ağızdan.
İŞTE HATALAR, İŞTE GERÇEK
Genel anlamda nedir yapılan en büyük yanlışlar:
1- Ölmeme Günü’nün doğuş hikâyesi, bir hanımefendinin vücudundaki ‘iğne yürümesi’ ve buna bağlı ölüm korkusuna dayanmıyor! İsa Çelik’in teyzesiyle ilgili anlattığı bir hikâyede varmış bu, ama nereden o şekle bürünmüş; o da bilmiyor.
2- Cemal Süreya o masalarda yok; belki herkes “Rakı içtiğin gün ölmezsin”den ona bağlıyor -bağlıyoruz- ama “O masalarda Cemal Süreya yoktu” diyor İsa Çelik.
3- Ben hiç o hallerini görmedim ama İsa Bey, “Bazı yerlerde ‘Herkes sevgilisiyle gelirdi’ yazılıyor ya da ‘Önce Karşı’da İsmet Baba’da toplanılmıştı’ diyorlar ama bunlar yanlış. İğne ve Cemal Süreya’nın varlığı da öyle” diyor.
E o günlerin şahidi olan o… Ondan dinlemek gerekiyor. (Ben ondan öğrendiğim ile şöyle yazmıştım o günü, bu yazıyı severim https://wp.me/p79ANb-cJ )
İsa Çelik, şöyle anlatıyor Ölmeme Günü’nü…
Bir gün Tomris (Uyar) aradı,
– Şu gün Krepen’de Neşe’de buluşacağız, dedi.
Krepen pasajı, Beyoğlundaki Çiçek Pasajı’nın yan girişinin tam karşısında, şimdiki Aslı Han’ın olduğu
yerde, içinde ‘salaş’ meyhanelerin bulunduğu bir pasajdı. Adını kim değiştirmişse, değiştirmiş, ‘Resmi adı’, ‘Krizantem Pasajı’ olmuşmuş, ama kimse, Krizantem demezdi. Ya ‘Krepen,’ ya da, Çiçek Pasaj tarafındaki girişine sarhoşlar işedikleri için olsa gerek ‘Sidikli Pasaj’ derlerdi. Pasajın üç girişi vardı. Öteki iki girişinden biri, Balık Pazarı tarafında, biri de, öbür tarafta, İngiliz Konsolosluğu tarafındaydı. Ben genellikle, daha temiz diye, bu girişi yeğlerdim. Beş meyhane vardı pasajda. İmroz, Kadir’in Yeri, Deniz, Hoş Gör ve Neşe. Biz, nedense, genellikle Neşe’de
otururduk…
26 Mart. Neşe Restaurant. Lokantanın orta yerine,
dört masa birleştirilerek, bir uzun masa yapılmıştı.
Beyaz formika masaların üstü, her zamanki gibi,
örtüsüzdü. Servis tabakları olarak, o zamanlarda,
pahalı olmayan yemek yeme ve içki içme yerlerinde
pek ‘revaçta’ olan yaprak desenli melâmin tabaklar
konulmuştu… Dibi kalın rakı bardakları ikişer ikişerdi
ve yanlarında da paslanmaz çelikten metâl küllükler
vardı…
‘Müdavim Meyhaneleri’nde ‘erbap’ meyhaneci, kimin ne içeceğini, ne kadar içeceğini, ne yiyeceğini, neyi ne zaman yiyeceğini iyi bilir. Biz gelmeden beyaz peynir, fasulya pilakisi, pancar turşusu, fava, bol sumak, kırmızıbiber ve maydanozla ‘halledilmiş’ soğanlı arnavut ciğeri, lâkerda, üstüne ince ince dereotu kıyılmış çiroz, kılçıkları ayıklanmış, yüzyüze
yapıştırılarak kızartılmış hamsi kuşları ve sevdiğimiz
pek çok başka meze tabağını, çoktan yerleştirmişlerdi
masaya… Ortalarda, mavzer gibi, soğuk, büyük yeni
rakılar vardı ki, can dayanmaz…
***
Birer ikişer geldik; öpüştük koklaştık, oturduk. Hoş
beş, hâl hatır, şu bu… Ondan bundan, şundan bundan konuştuk… Rakılarımızı doldurup, ‘eşinme’ faslını fazla uzatmadan, kadehlerimizi ‘çakıştırdık’. Can Yücel, Salim Şengil, Nezihe Meriç, Edip Cansever,
Tomris Uyar, Turgut Uyar, Turgut abi’nin oğlu Tunga
Uyar, Muhteşem Sunter, Mehmetcan Köksal, Dürnev
Tunaseli, Pertev Tunaseli, Ömer Uluç ve ben. İlk yıl,
ekip bu kadardı. O yıldan sonra her yıl, çoğalarak
toplandık.
Tomris’e, niye toğlandığımızı sordum.
– Bu gün, ‘rakı ve özgürlük günü’ olsun istedik.
– Biraz sert değil mi, hani hepimizin başının pamuğu
yanık da… Dedim. 1981 Yılı. 12 Eylül kâbusu, herkes gibi, bizim de
üstümüzde. İki kişi yan yana gelmeye çekiniyor. Ben
kendi payıma, sekiz mi, dokuz mu yerden, suçsuz
yere, aranmaktaydım. Görsel Sanatçılar Derneği
Başkanıydım aranıyordum, Perde ve Sahne
Sanatçıları Sendikası Yönetim Kurulu üyesiydim
aranıyordum, Barış Derneği Üyesiydim aranıyordum…
Say gelsin…
– Olsun! Dedi.
Hafifçe ‘sert’ bir isimdi, ama olsun. ‘Koşarken belli
olmaz’dı… Öyle, ‘karşı ihtilâl’ falan yapacak değildik
nasıl olsa. Oturup, paşa paşa, rakı makı içecektik,
sohbet edecektik, sahiden Kandilli Sırtlarına bahar-
mahar gelmişmiymiş gelmemişmiymiş, onlardan,
bunlardan söyleşecektik, yavaştan yavaştan özlem
giderecektik, o kadar… Kim yeni yeni ne yapmış ne
etmiş…
Biz masanın beri yanındayız.
Tombalacı İsmet elinde tombala torbasıyla şıkır şıkır
geldi. Neşe’nin sahibi, Bayram da, Boğaz’da bir yerde
Garson olan Erol da, Tombalacı İsmet de masamıza
her zaman ‘müsaade’ isteyip oturabilenlerdendiler…
İsmet torbasını bir iki şıkırdattı. Bekliyor. Belli ki,
oturmak istiyor. Buyur ettik.
Bir ara Tomris, Tombalacı İsmet’e, “neden keyifsiz
olduğunu”, sordu. İsmet, ‘bir şeyim yok’, falan
gibilerden bir şeyler diyerek geçiştirmek istedi. Ama
‘ölük’ bir hali vardı. Üsteledik, konuşmadı. Tomris,
garson arkadaşa, açılmamış bir büyük Yeni Rakı
söyledi. Gelen rakıyı İsmet’e veren Tomris,
– Bu rakıyı, gelecek yıl aynı gün getir beraber içelim,
dedi.
Ben karşı çıktım.
– Bu herif bunu bekletmez, yarın içer. Üstüne bir kâğıt yapıştırıp imzalayalım, diye önerdim.
Rakının üstünü kâğıtla kaplayıp masadaki herkese
imzalattık verdik. ‘İsmet al bu rakıyı, sakla, gelecek yıl gene bugün, 26
Martta burada içelim, ‘bir yıl daha ölme, bir yıl daha
ölmeyelim’ demekti bu.
‘Dünya Ölmeme Günü’nün isim anası Tomris
Uyar’dır. Böyle hoş ve şık şeyler Tomris’ten çıkardı,
gene ondan çıktı.
En ‘ölük’, en ‘bitkin’imiz kimse, o yıl, şişe imzalanıp,
o’na veriliyordu, saklaması ve bir yıl sonra aynı gün,
bereber içmek için… Sonra da herkes o boş şişeleri
saklayacaktı…
***
Muhteşem Sunter, Turgut Uyar, Edip Cansever, Tombalacı İsmet öldüler. Onlardan sonra bir iki kez daha toplandık, ama acı geldi.
Hangi yıldı unuttum. Tomris’le Çiçek Pazarı’nın
girişinde buluştuk. Anılarımız şehitliğe dönmüştü.
– Gitmeyelim oraya, dayanamayız. Dedik. Gittik
Cavit’te oturduk.
Bir daha da 26 Martlarda toplanmadık… (*)
(*) Sözcükler Edebiyat Dergisi
Mayıs-Haziran 2017/3
Sayı: 67
MERCANKÖŞKLÜ RAKI
Evindeyiz; Saat 5’i geçti diyor İsa Bey ve bize birer duble rakı koyuyor, bir armut getiriyor, “Aylin sen de bunu soy” diyor, Aylin tek kabuk soyuyor armudu o eve yaraşır şekilde; bravo.
Kadehlerin içine birer mercanköşk koyuyor pencere pervazındaki saksılardan birinden… “Mercanköşk ve nane arsızdır. Sana da vereyim” diyor. Ama çıkarken unutuyorum tabii.
‘YAZININI BEĞENMEDİĞİM KİMSENİN FOTOĞRAFINI ÇEKMEDİM’
Bugüne kadar pek çok kitap kapağı tasarımı yapmış, yayıncı ve yazarlarla çalışmış, yazar fotoğrafı çekmiş biri İsa Çelik.
“Hiç okumadığınız kitapların ya da yazarların da kapaklarını tasarladınız mı?” diye soruyorum.
“Hayır” diyor, “Yüzlerce kitap kapağı yaptım. Hayatımda hiçbir kitabın kapağını okumadan yapmadım. Sadece iki kitap var istisna… Biri İngiltere’den ısmarlanan bir kitaptı. İngilizce basılacaktı, onu anlattırmıştım. Biri de ‘Türklerin Tarihi’… Türkler’in tarihini de biliyoruz yani biraz…”
Ve ekliyor İsa Bey: “Ben bir yazarın kitabını okumadıysam fotoğrafını çekmiyorum. Kitabını okuyup da edebiyat olarak bir şey bulmadıysam, ister roman, ister şiir yazsın onun da fotoğrafını çekmiyorum. Türkçesi çok kötü olanların hiç çekmiyorum…”
Roman gibi sözlük okuyanlardan İsa Çelik, sözcüklere, etimolojisine takıyor, seviyor araştırıyor.
Yeni çalışmaları izleyip izlemediğini soruyorum, “Çoğunu acıyla izliyorum” diyor, “Fotoğrafı dikeyden yatay hale getirmek için sündürenler var, acı çekiyorum görünce” diye de ekliyor.
DENİZANALARINDAN BİTKİLERE
Edebiyattan, eski günlerden konuşuyoruz ama bu, ara ara fosillerden denizanalarından ya da bitkilerden söz açmamıza engel değil.
“Bugüne kadar tutturamadığım bir bitki olmadı” diyor İsa Bey, arada maydanoz ekme taktiğini, kocaman büyüttüğü ‘baubab’ını ve onun toprağına işeyen kedisini, ‘yaprağı güzel’ bitkisini, 15 gün unutup da sigara naylonunun içinde getirdiği bitkiyi nasıl köklendirdiğini anlatıyor.
Aldığı dallara, aldığı yerlerin ismini veren, misal “TRT Radyo Evi” adlı bir çiçeği olan annemi anlatıyorum ona; kahkahalarla “Doğrusu o” diyor ve alkışlıyor.
OĞUZ ATAY’IN NİKAH GÜNÜ… ASLINDA RENKLİ
“O kadar sanatçının, edebiyatçının portresini çektiniz. Sizin onlarla fotoğrafınız var mı?” soruma “Pek ender olarak var” yanıtını veriyor.
‘Sözcükler’ dergisinde çıkan, yıllar sonra yayımlanan Pakize Kutlu ile Oğuz Atay’ın nikâh günü fotoğrafını soruyorum.
“Oğuz Atay, Oğuz benim çok yakınımdı” diye söze başlıyor: “Davetiye bitmiş, ağızdan söyledi, gitti. O gün sanayi çekimi yapıyorum atölyede. Işıklar hazır, lamba fotoğrafları çekiyorum. Oktay Akbal, Çetin Emeç, Melih Cevdet Anday, Cumhuriyet makale müdürü Sami Karaören gibi isimler var, törende ben de yanlarına oturdum. Törenden sonra Çatı Restoran’a yöneldiler. Kaç iyi Müslüman’a nasip olur böyle bir şey. Melih Beyler de St. Antuan’da barok konseri mi ne dinleyeceklerdi, ben stüdyoya geldim. O zaman Ara Güler’in tam ön tarafında postanenin yanındaki kuaför olan yerdi benim atölyem. Oradan Ara Bey’in penceresini görürdüm. Oğuz ile Pakize sonra geldiler, fotoğraflarını çektim. Ama Sözcükler dergisinde kapağa basacaklardı, içeriye basmışlar siyah beyaz bu hali. Aslında o fotoğraf renkli”.
İsa Bey, fotoğrafın renklisini bana ayrıca göstereceğini söylüyor.
EVVELDEN GİDENLER İÇİN…
Çok saygı duyduğu, ’emekli general’ gibiydi dediği, “Hayır’ları ve “Ne âlâ, ne âlâ”larıyla andığı Melih Cevdet Anday’la ilgili anılarını anlatıyor bize…
“Rakı kadehini masaya vurur, ‘Lenin için içelim’ derdi. Lenin için içen ilk ve tek tanıdığım Melih Cevdet Anday’dı benim. Hoşuma giderdi. Lenin, Mustafa Kemal Atatürk en sevdiğim adamların başında gelir…” diyor.
Kendisi de sık sık kadehini masaya vuruyor, inceden…
“Siz kimin için içiyorsunuz?” diyorum: “Bizden evvel gidenler için…”
Çelik’in Oğuz Atay’ın ikonik fotoğrafından Cahit Arf’e Rıfat Ilgaz’dan Aşık Veysel’e, kadar birçok portre fotoğrafının olduğu serginin adı da ‘Evvel Gidenlere Selam Ediyor!’ idi… Onu da hatırlatayım.
İMZASIZ YA DA ONUN DEĞİLKEN İMZALI FOTOĞRAFLAR
Fotoğrafları en çok izinsiz alınan, imzasız kullanılan isimlerden biri İsa Çelik. Tabii bir de onun değilken onunmuş gibi imza konulanlar var.
“Geçen şu edebiyat dergilerinden birinde Oğuz’un benim çektiğim fotoğraflarını fistirifillov basmışlar… İmza mı, kimse tenezzül etmez. Ne edeyim!” diyor.
“Yusuf Atılgan ve Behçet Necatigil fotoğraflarımı izinsiz kullandılar, kızdım” dediği Yapı Kredi Yayınları’nın üç kitabını gösteriyor İsa Çelik, belki şimdi baskıları değişmiştir ancak ondaki hallerinde arka kapakta “Fotoğraf: İsa Çelik” yazsa da İsa Bey “Bu fotoğraflar benim değil” diyor, “İyi kötü fotoğraf demiyorum, benim değil.”
Bu konuda onlarca anısı var, son birini anlatıyor:
“Aşık Veysel’i çeken çok azdır. İlk çektiğim renkli dia filmi Aşık Veysel idi. Daha önce hiç dia çekmemişim. Ankara’da dia film yıkayan yok. Aşık Veysel’in o fotoğrafı benim için ayrıca değerli. Geçen baktım Mustafa Balbay’ın kitabının kapağına basmışlar, hatta bir de dekupe etmişler. ‘Sevgili Mustafa Balbay, yeni kitabınız çıkmış benim fotoğrafımı kullanmak için kimden izin alma inceliğinde bulundunuz’ diye sordum. Ertesi gün telefon etti ‘Abi bilmiyordum seni yarın arayacağım’ dedi, daha da aramadı. 2 ay oldu galiba. Ne edeyim ben şimdi. Biz ölmüşüz, ben ne edeyim.”
NE YENİR, NE İÇİLİRDİ O MASALARDA?
Şairlerin yazarlarının masalarını görüyoruz da “O masalarda ne yenirdi, kimler yemeğe özellikle düşkündü? Hep mi rakı içilirdi. Başka şeyler içilmez miydi?” merak ediyorum…
Özel bir hatırası yok o konuda İsa Bey’in, sadece “Şimdiki gibi karışık tabaklar yoktu o zamanlar” diyor, “İsteyen yemek de yerdi de ağırlıkla meze yenirdi. Belki başka şey içen de vardır arada ama benim aklımda kalan hep rakıdır.”
‘YUSUF ATILGAN, OĞUZ ATAY’DAN DAHA MAHCUP BİR KARAKTERDİ’
Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay ile yakın muhabbetleri olmuş biri olarak ona doğrulatmak istiyorum: “Oğuz Atay’ın Aylak Adam’da geçen bir paragraftan esinlenerek Tutunamayanlar’ı yazdığı, kitabını bitince Atılgan’a gönderdiği ve hiçbir yanıt alamadığı için kırgın olduğu doğru mudur? Yusuf Bey de, Oğuz Atay’ın ölümünün ardından ‘Tutunamayanlar’ı çok beğenmiştim ama böyle bir kitabı yazan birinin benim yorumuma ihtiyacı olmadığını düşünmüştüm’ demiş… Doğru mu bunlar?”
İsa Çelik şöyle yanıt veriyor:
“Yusuf Abi’yle çok mealde bulundum, sıfır numara bir edebiyatçı tabii. Ama bunu bilmiyorum. Sadece söylediğinin samimiyetine kesin inanabilirim, onu söyleyeyim. Mahcup ve çok iyi niyetli bir insandı. Hatta o koca Erciyes Dağı gibi Yusuf Atılgan, Karacan’da oturur ansiklopedi -sayfaları- çevirirdi sakin sakin, o görüntüsüyle hatırlarım. Yusuf Atılgan çok konuşmaz, hep dinler ancak biri sorarsa bir şeyler söylerdi. Oğuz Atay’dan çok daha mahcup biri olduğunu söyleyebilirim. Çok ekonomik konuşurdu.”
DEVLET SANATÇILIĞI MI?
“Ben hikâyeci diye Nezihe Meriç gibi, Yusuf Atılgan gibi insanlara diyorum. Hayatımda bir tek Nezihe Meriç için yaka kartı yaptım. Her sözcüğü kuyumcu terazisinde tartacaksın, metaforları tartacaksın…” diyor.
İsa Çelik, belli ki Nezihe Hanım’ı ayrı seviyor.
Onun vefat edeceğini rüyasında görmüş, “Rüyalarım çıkar” diyor. Fotoğraf sanatçısı “İzzet Keribar’ı da rüyasında görüp ‘Başına devlet kuşu konacak’ demiş, ki bir hafta sonra Keribar Devlet Sanatçısı olmuş.”
“Size teklif edildi mi devlet sanatçılığı?” diye soruyorum, “Yok ya… Bunca yılın sol açık oyuncusuna…” diyor. Sonra Mehmet Güleryüz’ün dava açmasıyla devlet sanatçılığının düştüğünü anlatıyor: “Devletin sanatçı seçemeyeceği, devletin görevinin sanat, bilim, kültür dünyasının önünü açmak olduğu söylendi. Herkesin devlet sanatçılığı sıfırlandı. Ama hepsi yine de kullanıyor. En komünistimiz bile bu unvanı kullanmaya bayılıyor.”
ORHAN PAMUK’A ‘SENDEN YAZAR OLMAZ’ DİYEN KIZ
Uzun uzun, Erdal Öz ve Can Yayınları’ndan bahsediyoruz. Can Yayınları’nın Beyoğlu’nda olması için o ısrar etmiş, binasını o bulmuş, o beyaz formasını o yapmış ilk… “Kitap ve yazar isimlerinde de renk farklıdır aslında; ‘kırmızı+mavi’ vardır üstte, altında da ‘siyah+mavi’ Kapaklar değişirken usulen de olsa sorsalar hoşuma giderdi, kırgınlık hissediyorum tabii” diyor.
‘Gülünün Solduğu Akşam’ı yazarken sık sık Erdal Öz ve Orhan ‘İdrofil’ Pamuk ile 16.30 gibi buluşup rakıya oturduklarını 19.00-20.00 gibi ayrıldıklarını söylüyor.
“Ben ayrılalı uzun olmuş ama Erdal Abi, Samiye’den yeni ayrılmış, Orhan’a da sevdiği kız ‘Senden yazar olmaz’ demiş, dertli bir dönem” diyerek anlatıyor o günleri. Orhan ile Pamuk arasına sıkıştırdığı ‘İdrofil’ esprisini sonradan anlıyorum; hidrofil / idnofil! Su tutma özelliği olan pamuk!
‘KEŞKE O GÜN, ONLARIN FOTOĞRAFINI ÇEKSEYDİM…”
“Peki” diyorum “Fotoğrafını çekmek isteyip de çekemediğiniz biri var mı?”
“Ah” diyor, “Ah var tabii…” Anlatıyor. “TÜYAP Beyoğlu’ndayken, Ahmed Arif koluma girdi ‘Hadi bir yerde iki sulandıralım’ dedi, Cahit Külebi ve biri daha var yanında… Bindik arabaya Nişantaşı’na gittik. Yahu iki dakika mesafe, ‘Siz nereye gidiyorsunuz, ben peşinizden geleyim’ de, makineni al, sonra git yanlarına. TÜYAP şurası, ben de buradayım. Yapmadım, onlarla gittim. Ahmed Arif, ‘Oğlum bak 15 yıldır kimseye fotoğraf çektirmedim, fotoğrafımı çek’ dedi. ‘Çekerim abi’ dedim. ama çekemedim. Özel olarak Ankara’ya gidip ikisinin fotoğrafını çekmeyi planladım ama olmadı. Hep ona yanarım. Ahmed Arif ve Cahit Külebi fotoğrafım yoktur.”
SIFATLARI O KADAR GÜZEL Kİ…
Ordinaryüs Prof. Ekrem Akurgal’dan, Tomris Uyar ve onun kedi sevgilisine, okullarda bazı izinleri alabilsin diye İsa Çelik’in babası gibi imza atan Fuat Güner’in babası usta fotoğraf sanatçısı Sami Güner’den Kuzgun Acar’a pek çok ismi ilginç anılarla dinliyoruz… “Yaşar Kemal… Buradan Adana’ya varır çektiğim fotoğrafları… Onunla hikâyelerimizi anlatsam üç gün sürer” diyor.
Bir de şahane ‘sıfatlıyor’ insanları İsa Çelik. Can Yücel konuysa mesala bir “Yavuz zırhlısı gibi” diyor, bir “Guernica gibi”…
“Dünya görüşümden hiç ödün vermedim” diyen, askerden döndüğünden beri sakalını kesmeyen, fotoğrafının kötü kullanılmasıyla içi ezilen, öykü yerine daha kucaklayıcı bulduğu hikâye kelimesini tercih eden, o konuşurken her daim bir çocukla da birlikteymişsiniz gibi hissettiren, şahane hafızalı, zehir zihinli bir yetenek İsa Çelik…
Onunla nice Ölmeme Günleri’ne… İyi ki doğmuş, nice yıllarına…
Sık sık “Sten tabancaya pırasayla karşı çıkamazsın. Makineyle çekilmiyor fotoğraf kafayla ve yürekle çekiliyor. En iyi fotoğraf makinesini alıp iyi fotoğrafçı olamazsınız” diyen İsa Çelik, çektiğim bazı fotoğrafların teknolojisine inanamıyor. Ona salak saçma kendimce gösteriler yapıyorum. “iPhone XS bu… Portre modu arkayı flulaştırıyor, karartıyor…” İlgiyle dinliyor, o dijital fotoğrafa çok yatkın ama cep telefonuyla fotoğraf çekmiyor; onun fotoğrafını cep telefonuyla çektiğimiz için özür diliyoruz, “Boş verin dün İFSAK’ta cep telefonuyla fotoğraf çekmeyen bir ben vardım herhalde” diyor. İ
19 Mart 2019, İstanbul, Beyoğlu
3 comments
Dün bir vesileyle ölmeme gününü andık. Sonra da bu sabah blogunuzu buldum. Ne güzel anlatmışİsa Çelik, ne güzel yazmışsınız.
Her Umut Ortak Arar’ın size ait olduğunu da öğrenmiş oldum.
Sağolun.
Teşekkürler:)
n.