
Bize böyle insanlarla gel hayat!
Ne garip insanlar var. Başlarına gelen kötü olayları ajitasyon amaçlı kullanmıyor, başarılarını bire bin katarak anlatmıyorlar… Bu yüzden Caner Eler’in hikayesini başkasının yazması gerekiyor!
İngiltere’nin Oskar Schindler’i olarak anılan, Nazi döneminde 669 çocuğu Londra’ya kaçırarak hayatlarını kurtaran Sir Nicholas Winton geçtiğimiz günlerde, 106 yaşında öldü.
Onun hikâyesinde beni en çok şaşırtan şey ne biliyor musunuz?
Bunu kimseye söylememesi! 50 yıl!
Hatta öyle ki, eşi Grete 1988’de bodrumlarında çocukların ailelerinden gelen teşekkür mektuplarını, çocukların isim listelerini bulmasa durum hiç öğrenilmeyecek!
Ne garip insanlar var.
Başlarına gelen kötü şeyleri ajitasyon amaçlı kullanmıyorlar.
Başarılarını bire bin katarak anlatmıyorlar.
Başkalarının hikâyelerini hakkaniyetle, onlar için duydukları gururla, mutlulukla, sevinç ve heyecanla anlatırken sıra kendi yüce taraflarına gelince sen tezahürat yapsan bile onlar, en küçük sesleriyle konuşuyorlar…
Ne garip insanlar var!
YERE DÜŞEN UN SESSİZLİĞİNDE
Caner Eler, muhtemelen ilgilisinin çok iyi bildiği ama Türkiye genelinde az tanınan biri.
Diğer sporlara da futbol muamelesi yapılan, ‘düşünen spor dergisi’ (ömrü uzun olsun) Socrates’in Genel Yayın Yönetmeni.
Aynı zamanda Eurosport tutkunlarının iyi bildiği bir spor anlatıcısı.
Ortak çevremizden kanser atlattığını, bu nedenle yürüme sorunları olduğunu biliyordum da; 15 yıllık kanser mücadelesini, en sonunda kendi araştırıp durumu iyice öğrenip doktorlara “Bacağımı kesin” deyişini, sağ bacağındaki protezle sürdürdüğü yeni yaşamını bilmiyordum. Hikâyesini kendisi gazetede yazmış.
Öyle bir yazmış ki… Doktor sakinliğinde, yere düşen un, gökte süzülen balon sessizliğinde…
Babayla bir kavganın bile beş sezon trajediye dönüştüğü Survivor kuşağında yaşayan bizler için çok garip!
ONU SEVERKEN BULDUK KENDİMİZİ
Sonra TED konuşmasını izledim; izledik.
Ben tek başıma izlerken, duyan geldi! Sonuçta 20 kişi “Oha! Adama bak ya” derken ve onu çok severken bulduk kendimizi.
Beş yaşında babasız kalışını. Boşluğu bilgiyle, spor aşkıyla, sporda ‘yıldızının parladığı anlar’la dolduruşunu dinledik…
Ama yine kendini anlatamıyordu Caner Eler.
Kanseri yenişini iki saniyede geçiyor, 1956 Melbourne Olimpiyatları’nda Macaristan ve Sovyetler Birliği arasındaki su topu maçını, Ervin Zador’un öyküsünü İlyada ve Odysseia gibi anlatabiliyor! (ki hakikaten muhteşem).
İzledim ve hemen yakın dostu, onun için ‘yıldızının parladığı anlardan birinin kahramanı’ Bağış Erten’i aradım.
Büyük bir heyecanla…

GÜÇ SENİNLE OLSUN
“Bu adam az anlatıyor, fazla edepli… Ne olur siz anlatın onun hikayesini. Yazın, kitap yapın, belgesel çekin, film olsun. Ama siz anlatın. Annesi, abileri, kız arkadaşı anlatsın, siz yazın” diyorum Bağış’a…
O da bana “Sen bir de şunu bilsen” diye minik minik olaylar anlatıyor, iyice gaza geliyorum.
Umarım ikna edebilmişimdir.
Babam hastanedeyken yan odadaki Vildan Hanım’ın söylediğini hiç unutamam; o saçsız güzel başına bağladığı renkli eşarbı gösterip “Nilay, kemoterapi sonrası şu eşarbın en küçük hareketinin beynimde fırtınalar kopardığı günleri bilirim” deyişini…
Kanser böyle bir şey olabilir; uzun bir süre ‘Neden ben?’ de denir! Ama sonra yenilebilir!
Benim babam da yendi. Başka pek çok insan da…
Ve bazı insanları daha az görmemiz lazım bence, Caner Eler gibilerini ise daha çok. Güç seninle olsun Caner; senin gibiler de daha çok bizimle…
- Bu yazı Nilay Örnek’in Sözcü Gazetesi’ndeki köşesinde 8 Temmuz 2015 tarihinde yayımlanmıştır.
- ilgili bir yazı için; Socrates dergisinin mekanı açılıyor… Socrates Pub’a ne dersiniz? http://wp.me/p79ANb-j2